Sonbahara doğru, Paşa donanmayla seferden döndü; top atışlarıyla Padişah'ı selamladı, geçen yıl yaptığı gibi şehri neşelendirmeye çalıştı ama, besbelli, bu sefer mevsimi hiç de iyi geçirmemişlerdi. Zindana da pek az esir getirebildiler. Sonradan öğrendik: Venedikliler altı tane gemiyi yakmışlar. Bir yolunu bulup esirlerle konuşayım, belki ülkemden haber alırım, diyordum, İspanyolmuş çoğu: Sessiz, cahil, ürkek şeyler, yardımdan ve yiyecek dilenmekten başka bir şey konuşacak halleri yoktu. Yalnızca bir tanesi ilgimi çekti : Kolu kopmuştu bunun, ama umutluydu; aynı serüvenlerin atalarından birinin de başından geçtiğini, sonra kurtulup kopmayan koluyla bir şövalye romanı yazdığını, kendisinin de aynı şeyi yapmak için kurtulacağına inandığını söylüyordu. Sonraları, yaşamak için hikayeler uydurduğum yıllarda, hikayeler uydurmak için yaşamayı düşleyen bu adamı hatırladım. Çok geçmeden zindanda bulaşıcı bir hastalık başladı, gardiyanları rüşvete boğarak kendimi sakındığım bu uğursuz salgın, kölelerin yarısından fazlasını öldürüp uzaklaştı. Sağ kalanları yeni işlere götürmeye başladılar. Ben gitmiyordum. Akşamları söylüyorlardı: Taa Haliç'in ucuna gidiyorlarmış, orada marangoz ustalarının, terzilerin, boyacıların emrine verilip el işlerinde çalıştırılıyorlarmış: mukavvadan gemiler, kaleler, kuleler yapmak için. Sonradan öğrendik: Paşa, oğluna, Başvezir'in kızını alıyormuş, gösterişli bir düğün yapacakmış. Bir sabah Paşa'nın konağından çağırdılar. Nefes darlığının yeniden başladığını düşünerek gittim. Paşa meşgulmüş, bekleyeyim diye beni bir odaya aldılar, oturdum. Az sonra odanın öteki kapısı açıldı, içeri benden beş - altı yaş büyük biri girdi, yüzüne bakınca şaşırdım, korktum birden!